30 Kasım 2011 Çarşamba

gedikler dolar.
maviye karışır gün.
yitmiş aşkların en güzeli,
hüzündür.

20/08/2010

28 Kasım 2011 Pazartesi

Sorulardan biri

Kaliteli zaman nedir?

Dürüst, doğru konumlandırılmış bir ilişki kurmak. Birisiyle, kendinle ya da bir şeyle farketmez! Bir şeyleri telafi etmek için (üzere) değil de, gerçekten yaşamak. Açıkça, bilerek. Bilmenin çeşitli biçimlerince... Gerçekten yaşamak...

23 Kasım 2011 Çarşamba

19 Kasım 2011 Cumartesi

Kışı bekliyorum

Hava yine çok güzel. Kış ne zaman gelecek anlamıyorum. Bu işte bir tuhaflık yok mu? Üç dört gün önce kuzenime soğuktan ne kadar hoşlanmıyor olsak da bunun bizim de bir parçası olduğumuz doğanın döngüsü olduğunu söylememiş miydim? Yaprakların rengi şu canlı yeşilden nasıl da sönerek yerini sarıya, toprak rengine, koyu kahveye bırakıyor. Oysa dün bir arkadaşıma içimden fışkırıveren şu cümleleri de beni yazmaya zorlayan doğanın kendisi değil mi? Penceremden görünen göğün mavisi öyle güzel ki, haydi gel uçurtma ol diyor. Bunu yazarken beyaz beyaz bulutlar bile vardı. Şaşılacak şey bugün o da yok. Uçurtma ol! Uçurtma ol! Fısıldıyor işte… Ben kışı bekliyorum. İnanılmaz üşüyen bir insan olmama karşın ve hatta herkes gibi güneşli (ama terletmeyen, ışıyan ama yakmayan) havalara bayılmama rağmen kışı bekliyorum. Kışın bir türlü tam olarak gelmiyor oluşunda bir art niyet aradığım bile söylenebilir aslında. Bir terslik var! Pencereme bir uğur böceği bile kondu, hooop beyaz bir kelebek (Totoro’daki gibi, tatlı tatlı) geçti gitti gözlerimin önünden. Ya Kasım başlamayacak mı yarın? Ayarım bozuldu. Bir ayar bozukluğu bendeki, ne yapsam düşünmeden yapamıyorum. Oysa “bak keyfineeee”… Ne güzel yazdan kalma bir kış günü. Ama hayır benim asıl sinirimi bozan, sürekli havadan şikâyet ediyor oluşumuz. Yağmur yağıyor, hem de şu kadarcık, su baskınları, iş yerleri, evler, maddi hasar, borçlar, hayır can kaybı dayanılır gibi değil, yüreğim sıkışıyor, çok üzücü, çok üzücü. Sonra güneş açıyor, hooop tatlı tatlı unutuyoruz işte, olanı biteni, ya da unutmuyoruz içimize bastırıyoruz acımızı. Neden böyle olmuş? Yanıt basit. Yağmur, kar, tipi, trafik. Bir terslik yok mu sahiden? Yok mu? Huzurlu bir kış mevsimi yaşamak istediğim için bende mi bir gariplik var yoksa?

31/10/2010

Yazmaktan Vazgeçmediğimde

Aklımda yazmak için sürekli bir şeyler var. Ama yazmak yorucu. O yüzden yazabilen, yani yazma sürekliliği taşıyan insanlara gıpta ediyorum. Yazamamak değil de, yazmamak bence zor olan. Bu şekilde kalabilmek. Kelimeler, cümleler, anlar, renkler, kokular, olaylar boğarken seni, dökmemek onları, hayatlarını eksik bırakmak. Geçip gitmelerine izin vermek. Evet, bazen geçip gitmek de güzeldir, iyidir. Zaten hayatta geçipgitmekten başka ne yapıyoruz ki! Ama öyle değil işte. Bu bir tür ihanet. Kendime, kelimelerime ettiğim bir tür ihanet. Ondan sonra da hayıflan dur. Öyle değil işte. Yazmak muhteşem bir şey, çünkü okumak muhteşem! Başkalarını okurken, hele içimi böyle mıncık mıncık edenleri, okuyamasaydım nasıl olurdu, olabilir miydi? diyorum. Onların öngörüleri nasıl çevrelemiş kendi dünyalarını. Yazmaksızın olmamış. Tezer Özlü böyle benim için mesela, onun için Pavese. Bu konu uzun ve başka başka konularla üst üste gelip daha uzuyor. Ancak artık yatmam gerekli. Ve saat geceyarısını geeeeeçti! İşte mesele burada. Yazmanın saati nasıl olabilir ki? Tamam yoruldum cidden, gidiyorum ve uyuyorum beş saat sonra kalkamayacağımı ama kalkmak zorunda olduğumu bilerek. Yazmaktan vazgeçmediğimde kendime daha çok yaklaştığımı anlayarak...

02/11/2010

“Kaçtığın ne varsa hepsi aklının, belleğinin, yüreğinin içinde cirit atarken nereye kaçabilirsin ki!” (Oya Baydar, Çöplüğün Genarali, s.117)

Düşünüp durmanın, durdukça düşünmenin, durmadan düşünmenin, düşünmeden duramamanın içine girmek, dışına taşmak, taşkınlıktan boğulmak, boğulurcasına yutkunmak, yutkunmamak için konuşmak, konuştukça batmak, dibe ve derine dalmak, derinliğin peşinden gitmek, izini sürmek, izin süründürmesine izin vermek, yılmak, yıldırmak, yılmaksızın soru sormak, sorgulamak, lanet okumak, kelimeleri okumak, düşünceleri okumak, görüşleri okumak, takıntıları, hayalleri, sönüşleri okumak, yolsuzluğu, yoksulluğu, çaresizliği, zavallığı okumak, okuduğunu anladığını sanmak, sandığını sanmak, sandığını kavramak, kavradığında bazen boşluğun bazen doluluğun tadına varmak, bazen bir hiç bazen defne dalındaki bir çift serçe gibi hissetmek, yağmurdan korunurken yapraklardan sızan suları damla damla içen bir çift serçe, anların güzellikleri tarafından sarmalanmak, sonra ansızın unutmak… Sinir uçlarının yıpranışı, bir sayfa kağıdın kıvrılışı kadar basit ama canının acısını kanatan, kanırtan, kağıdın büklüm yeri kadar keskin… Düşüş uyanış mı yoksa dediğin ya da yeni bir rüyada mı bulmak kendini? Labirentinin kentine hapsolmuş bir sfenks, bir yarı tanrı (Inseption’a itafen)… Kendi yok oluşunun çeperinde oluşunun varlığını aramak, insan kendine ne kadar gidebilir ki? Düşünmek… Beyninle, yüreğinle ve etinle düşünmek ki yürek de et değil mi zaten, ruhunun eti, (“Etin Sesi” buralarda bir yerlerde işte) ellerinle düşünmek, dilinle, düşüncenle düşünmek, düşünle düşünmek, düşüşünle düşünmek, düşünmenle düşmek yeni bir rüyaya mı yoksa gerçekliğinin tam da ortasına mı? Belirsizlik geçerliliğini yitirmemeli bu anda? Ya da işte o belirsizlik anında mı düşünüyorsun? Hatırlamak, geçmişten gelen geleceğin içinden çıkan, zamansız, oluşla olmayış arasında kendi sözünü bulan, kendi kelimesini yaratan, kendi imgesini yaratan… Kim o? Ne o?

18 Kasım 2011 Cuma

Çürüyorum aşkından

Çürüyorum aşkından
Çürüyorum aşkından aslında
Soluklarım gizli
Sensizlik derin sevdam
Bildik benzetmelerin isyanını sayıklıyorum içimde
Aslında aşkın da yok
Sen de yoksun biliyorum
Eski düşlerimi giyip giyip
Fırlıyorum sokaklara
Üstümde pijama terlik
ve eski rakı şişelerinin etiketlerinden bir şarkı
“dudaklarım dudaklarına mühürlü olsaydı keşke” diye

Çürüyorum aşkından
Çürüyorum aşkından aslında
Sokaklar benden ırak bir rüyanın avcunda
Bildik benzetmelerin isyanını saklıyorum içimde
Aslında aşkın da yok
Sen de yoksun biliyorum
Kesekağıdına sardığım kalbimi
Çıkarıp çıkarıp avutuyorum iç cebimden
Ve dökülüyorum perişanlığıma çaresiz
Çürüyorum aşkından
Başka bir şey değil
Çürüyorum aşkından aslında

30/10/2004

Yayılıp Genişler

yayılıp genişler
enine ve boyuna
sesinin tınısı ve uzaklardaki çok uzaklardaki
yankısı
karnıma böğrüme saplanan saplanan saplanan şey
kara bir düğüm

02/11/2008

Yüzük

Yüzüğünü kırmış!
Masanın altında, gözlerimden iri, bir altın halka.
Parlaklığı kaybolmuş,
hiç bir çatlak yok.
Ama nasıl da ustaca,
sanki kesilmiş gibi bir kanırtı girmiş,
suyunda dolanıyor yüzüğün.

Eğilip bakıyorum masanın bacaklarının arasından.
Yüzük orada, yerde.
Işık kayboluyor, koyu kahve ağacın gövdesi,
Engelliyor ışığın yere değişini.
Parkelerin gölgesi keskin bir hatla, yarılmış gibi ışıyor sadece.
Yüzüğün kırığı, kanatıyor.

12/11/2004

Yenildiğim Anlar

Yenildiğim anlarda
artık her şey değişiyor.
Anlamsızca.
uyumsuz bir akışın kopup
getirdiği hıçkırıklara benziyorum.
Betim benzim ziftsel bir bulamaca yoğruluyor
ve çağrışımsal bir hayal kırıklığında dolanıp duruyorum.
Oysa tarifsiz bir keyif
kafeinsiz bir uykunun tadına varmanın umudu
yüreğimde saklı kalıyor.
Ne zaman ağzımı açsam
kanlı bir bıçak mühürlüyor hokka dudaklarımı
sözcüklerimden sonra.
Yenildiğim anlarda
bir daha olmayacağını düşündüğüm
anların sahipsiz bırakamadığım perisiysem ben?
ama
eteğimden sarkan ipliklere takılıp kalacak bir çakıl yığının
ensemden aşağı tüylerimi dikenlediğini duymaktan
bıktım.
Yaşlanmaktan değil,
o şarkıda duyduğum gibi belki de eskimektir benim korkum.
Olamaz mı?
Elimden kayıp gitmeye dur deme isteyi kucaklarken beni,
kemirgenlerin zamanımı, esinimi ve heyecanlarımı
Alıp götürmesiyle yarık yarık
Doldurduğum derinlerimin
Mezarlara dönüşüvermesi kaosun ta kendisi değilse ne?
Oysa beklemeyi bilemez miyim?
Yenildiğim anlarda
Sahip çıkamadığım eski coşkuların ürpertisi
Damarlarımı ele geçirmeden.

14/06/04